Önce bir soruyla başlayalım: Lindy Hop sever bir kadın nasıl olur da kedi de sever? Ya da kedi sever bir kadının aynı zamanda Lindy Hop sever oluşunu nasıl açıklarız? Sorunun fazlasıyla provokatif olduğunun farkındayım ancak şimdilik Lindy Hop ve kedi severler arasında infial yaratabilecek bu soruyu bir kenara bırakıp öteki soruşturmalarla devam edelim.
Lindy Hop, bence benzersiz bir yaşam metaforu. Yaşamı özgür irademize başvurulmadığı halde kendimizi içinde bulduğumuz bir şey olarak görüyorum. Birileri bir karar veriyor (ya da vermiyor) ve herkese malum olan bir eylemde bulunuyor, bunun üzerine çeşitli kısıtlar ve kutlu olanaklar/olasılıklar altında dünyaya geliyoruz. Yaşamı öğrenmeye başlıyoruz. Dünyaya gelmek kendi özgür irademiz dışında gerçekleşmiş olsa bile, sürdüğümüz yaşamı tasarlamak, o yaşamı rasgele değil de kendi tasarımımıza uygun bir şekilde sürdürmek, en azından her gün bıkmadan usanmadan bunun pratiğini yapmak bizim elimizde. Ne mutlu ki sıfırdan bir tasarım yapmak durumunda da değiliz, çeşitli kısıtlarımız ve sınırlamalarımız olmakla birlikte olanaklarımız ve olasılıklarımız da var. Zaten “yaşamı tasarlamak benim elimde” diyebilecek bilince erene dek bu kısıtların ve olanakların ne olduğunu anlamakla geçiyor vaktimiz. Önce bedenimizle, bedenimizin neye ihtiyacı olduğuyla ve sınırlarıyla tanışıyoruz. Yemek yemezsek acıkıyoruz, bulunduğumuz yerden desteksiz bir şekilde on metre yükseğe zıplayamayacağımızı anlıyoruz, nefes almadan yaşamanın söz konusu bile olmadığını görüyoruz. Ardından yaşamın içinde oyunlar olduğunu ve o oyunların çok eğlenceli olduğunu ve yaşamı yaşamaya değer kıldığını keşfediyoruz. Bir zaman geliyor oyunun içinde oyunun niteliğine göre yenmek de yenilmek de olduğu ortaya çıkıyor. Becerdiğimizde sevinip beceremediğimizde üzülüyoruz. Ne var ki oyunun bütün harikasının oyunu oynamakta olduğunu ya hiç anlamıyor ya da çok geç anlıyoruz. Yetenekliysek ne var ki oyunun keyfini kendisinde bulamıyorsak kibirlenip kendimizi büyük küçük bütün dağların efendisi zannediyoruz; yeteneğimiz sınırlıysa ve yine anlamıyorsak bu sefer de kendimizi gereksiz yere değersiz bulup aşağılık kompleksine kapılıyoruz. Oysa ki yaşamın keyfi ve neşesi, oyunlarında yetenekli olsak da olmasak da, içerdiği oyunları bir amaç içinde sevmekten geliyor. Bu amacın en yalın ve en güzel ve en bilgece hali oyunu oyun için sevmek. Pek kolay değil bu, hiç kolay değil, biliyorum.
Yaşamın içinde oyunun keşfi ve rolü üzerine düşüncelerimde insanın büyüme kronolojisine çok da sadık kalmadığımın farkındayım. Yukarıda sözünü ettiğim evrimin bir yerinde yine bizim irademiz dışında birileri önümüze hedefler koyuyor. En sıradan örneği şu sırada gerçekleşiyor: Okula gidip sınavlarda başarılı olmak, sonra yeni sınavlara sevkedilip yeni hedeflere doğru koşturulmak, okuldan mezun olup nirengi noktaları yerine göre iş, yerine göre para, yerine göre kariyer, yerine göre evlenip çocuk sahibi olmak, yerine göre başka bir şey olan bir hedefler sarmalına özgür irademiz dışında savrulmak. Gücün elimizde olduğu yanılsamasıyla bir hedeften diğerine savrulup duruyoruz, bir an için durup “ben bütün bunları neden yapıyorum” sorusunu kendimize dürüstçe sorana dek. Yaşam bundan mı ibaret?
İşte o noktada her hedefin bir amacı olması gerektiği, amaçsız ya da amacını kendimizin belirlemediği her türlü hedefin bizi daralttığı, küçülttüğü, beceriksizleştirdiği, en kötüsü bizi kendi bahçemize hapsettiği gerçeğiyle sert bir şekilde tanışıyoruz. Yaşam tasarımı işte burada başlıyor, her hedefin bizim özgür irademizle belirlediğimiz bir amacı olması gerektiğine ilişkin bir aydınlanmayla. Ancak tasarım burada bitmiyor. Bu haliyle – sadece amaçlı hedeflerle – son derece güdük, keyifsiz, tatsız tuzsuz bir şey olurdu yaşam. Ne mutlu ki ilk öğrendiğimiz şey olan oyun imdada yetişiyor. Tasarım, henüz tam anlamıyla bitmese de, oyun olgusuyla taçlanıyor. Amaç tek başına yetmiyor, güle oynaya yürümedikçe hiçbir şeyin anlamı kalmıyor. Tam tersine her şey, bu amaçlı hedefe yürüme eylemi, oyuncu bir şekilde icra edildiğinde anlam kazanıyor. Pratik şart!
Bir yaşam tasarımı olarak eğlenerek bir amaca odaklanmak, rasgele bir şekilde dayatılmış olanı yaşamaktan çok daha keyifli olsa da yine eksik. Çünkü özgür iradeli bireyler olsak da evrenden ve içindekilerden yalıtılmış bir şekilde boşlukta yaşamıyoruz. Çünkü başka insanlar da var aynı dünyayı paylaştığımız. Başka insanların da var olduğunu ve bizi etkilediği, bazılarının bize yardım edip diğerlerinin yolumuza taş koyabileceği gerçeğini dışlayan her türlü tasarım ne kadar pratik edilirse edilsin tık nefes kalmaya mahkum. Yaşam tasarımı son olarak başka insanların bizim için yarattığı olanakları ve kısıtlamaları hesaba kattığımızda tamamlanıyor.
Bütün bunların, bir yaşam tasarımını kurgulamanın ve pratik etmenin hiç de kolay olmadığını biliyorum. Bütün bir ömür vakfedilebilir. Bize sunulmuş kısıtlı zamanın vaadi de bu zaten. Diğer yandan bütün bu kurgular ve pratikler pek tabi ki bu yazıda önerilen oyun – amaç – insanlar sırasında olmak zorunda da değil. Tasarım evrelerinin sırası kişiden kişiye, yaşamdan yaşama değişiyor. Çoğu zaman hepsi paralel yürüyor. Kimileri insanı, kimileri amacı, kimileriyse oyunu önemseyip ona göre yaşamını farkında ya da değil bir şekilde tasarlıyor ve pratik ediyor. Herkes farklı, herkes aynı, herkes iyi, herkes kötü, her şey doğru, her şey yanlış… Ancak her gün yeni… tasarımı pratik etmek için yeni bir fırsat olarak doğuyor.
Lindy Hop benzersiz bir yaşam metaforu diye başladım, ne var ki paragraflar boyunca bir kere dahi Lindy Hop’tan söz etmedim. Şimdi okuyucudan yukarıdaki yazıyı yaşam gördüğü yerde Lindy Hop diyerek yeniden okumasını istiyorum. Eğer bu yeniden okuma bir anlam ifade ederse yazı da en azından şimdilik amacına ulaşmış demektir. Bunu demişken bir yaşam metaforu olarak Lindy Hop’un bütün hoşluklarını ve ifade gücünü örnekleyebilmiş olduğumu iddia etmiyorum. Bu yazı alanı bana yeniden tanınırsa pekala diğer örnekleri de soruşturabiliriz. Mesela bir akılsal/duygusal ilgi nesnesi olarak aşk dediğimiz olgu da Lindy Hop’a ilişkin bir yaşam metaforu şu sıradaki sözlerle ifade edilen:
Karşısındakini ne depresyona sokan ne de ona zarar veren, akılsal bir aşk biçimi olduğuna inanmak istiyorum. Sürekli isteyen değil sürekli veren de değil, kişisel ve karşılıklı ödüllerle dolu bir aşk biçimi… duygusal bir alışverişin sürekliliğinde var olan, her an bir tarafın diğerinin yerine geçtiği ancak hiçbir anın uzayda simetrik olmadığı… her zaman dengeli. Bir tarafın diğerine uzandığı ve diğer tarafın karşılık verip çektiği ve bütün bunların sabit noktalara sahip sürekli bir devinim içinde yer değiştirdiği bir aşk biçimi.
Bu başka bir öteki soruşturmanın konusu.
Yeniden baştaki soruya dönmenin zamanı geldi. Ben bu başlıkta bir yazıyı yazmaya bundan altı ay önce karar verdim. Lindy Hop ve öteki soruşturmalar kısmı üç aşağı beş yukarı belliydi de çelişkisel bir şekilde bu yazının asıl yazılma nedeni olan Lindy Hop ve kedi sorusunun yanıtı yoktu bende. Bu soruyu bana hem Lindy Hop hem kedi sever bir kadın sordurdu, yanıtını ondan alamadım, hatta soruyu ona soramadım bile. Aylarca bu tuhaf sorunun yanıtını aradım da bulamadım… ta ki Lindy Hop ve kedi sever başka bir kadın kendisine açıkça sormadığım bu sorunun yanıtını başka yanıtlarda verene değin. Yaşam her şeyden önce kadınlardan öğreniliyor.
Lindy Hop sever bir kadın pekala kedi de sevebilir. Ancak o kadın yaşamı muhtemelen bu yazıda anlatıldığı gibi idealist bir şekilde değil de varoluşçu bir şekilde algılıyordur. Hedefler, amaçlar umrunda değildir, oyun da insanlar da zaten dansın içindedir; kadın da dansın içinde her yerde olduğu gibi var oluyordur. Ve belki de benim bütün bu anlattıklarım bir yanılsamadan ibarettir.