Ben bu yazıyı yazarken fonda Bobby “Blue” Bland’in Ain’t No Love In The Heart Of The City isimli parçası çalıyor ve Milan Kundera’nın Yavaşlık isimli kitabı bir köşede duruyor. Söz konusu kitabı yıllar önce, üniversitenin ilk yarısında, kısmen Milan Kundera sevgimden, kısmen de kitabın adının beni cezbetmesinden dolayı alıp okumuştum. Kendisi yıllarca benim kütüphanemde bekleyip sadece benim tarafımdan okunmasının ardından bir arkadaşıma ödünç verildi, oradan da başka bir arkadaşıma geçip, benden ayrılışından yaklaşık iki yıl sonra, bir diğer arkadaşımın evinde beni tekrar buldu ve evine döndü. Biraz tahrip olmuş, üzerine içkiler dökülmüş haliyle sehpaya yapışmış, arka kapağı hafifçe soyulmuştu, ama iyiydi.
Şu anda fonda Bobby Bland’in “cause you ain’t around…” diye şakımasıyla kulaklarımı şenlendiren parçayı keşfetmem ve en sevdiğim blues tınıları arasında zirveye yerleştirmem de yaklaşık olarak söz konusu kitabı ilk kez okumamla aynı döneme denk gelir. Şüphesiz ki o zamanlar, blues dansıyla ilgili bir şey bilmeyi bir tarafa bırakın, dans etmeyi aklımın ucundan dahi geçirmiş değildim. Dolayısıyla bu üçlü (blues dansı, Milan Kundera’nın kitabı ve bu şahane parça) arasında herhangi bir bağlantı kurmuşluğum da yoktu.
Blues’un kelime anlamının hüzün olması, bana her zaman ilginç gelmiştir. Bu yaptıkları koskoca bir müzik türünü depresif ilan etmek değildir de nedir, diye düşünmüşümdür. Blues festivallerinde Roomful of Blues ya da “Philadelphia” Jerry Ricks dinlerken hiç de hüzünlü hissetmediğimi, ne kadar da mutlu olduğumu düşünüp uzaklara dalmışımdır. Tüm bunların manasını anlamam (ve Milan Kundera’yı işin içine katmam) ise, ancak Blues dansını tanıdıktan sonra olmuştur.
Kundera, Yavaşlık isimli romanında, “varoluşun matematiği” dediği bir şeyden bahseder. Kundera’ya göre: “Yavaşlığın düzeyi anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın düzeyi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Yavaşlıkla anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Bir şey anımsamak isteyen kimse yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır.”
Kundera’nın bu söylediği bana, Blues dansının anının yoğunluğunu çağrıştırıyor. İşte o yoğunluktan dolayı yavaşlığa varıyor Blues. Unutmak istediği bir şey olmadığı, o anın içerisinde bulunmaktan keyif aldığı, uzaklaşmaya çalışmadığı ve hatırlamak istediği için yavaşlığı arıyor. İçinde bulunduğu anı kaçırmak, onu kaybetmek istemediğinden; ama yine de o anın geçiciliğini bildiği için onu sonuna kadar yaşama arzusu duyduğundan dolayı yavaşlığa ulaşıyor. Kaçacağı bir şey yok, kurtulacağı bir şey yok; elinde bir an var ve o anın yoğunluğuna kendini bırakıyor. O ana teslim olmasıyla yavaşlıyor ve yoğunlaşıyor.
Müziğin hüznü de bu işte. Bobby “Blue” Bland’in derdi sadece şehrin kalbinde sevgi olmaması değil. Onun derdi, hüzün varsa onu da tüm yoğunluğuyla yaşamak. Ne de olsa hüzün de kaçıp gidecek, tıpkı o mutlu günlerin kaçıp gittiği gibi. O nedenle, bu hüznü yaşıyor Blues. Hep üzgün olmak istediği için değil; o anın duygusunu, o anın yoğunluğunu yaşamak istediği, o andan kaçmak istemediği için. Birazdan elinden kayıp gidecek hüznü de, elinden kayıp gidecek neşe kadar sevdiği için. Tüm duygular, o anın içerisinde eşit olduğu için. Tüm o hislerin arasında bir hiyerarşi olmadığı için. Tabi bir de, ne kadar yavaşlasa da, ne kadar yoğunlaşsa da o anı tutamayacağını bildiği için.
Şüphesiz ki Blues, zamanın ve her şeyin geçiciliğinin farkındadır ve tabi ki hatırlamanın, unutmamanın, hafızanın derinliklerindeki yolculukların hem mutlu hem kederli tüm anlarına vakıf olmaya mahkumdur. Tüm derdi, tüm hüznü de bundandır.
Kundera, M. (1996). Yavaşlık. (Çev. Ö. İnce). İstanbul: Can Yayınları.